Yol Hikayeleri.... -
emomen - 02-24-2011
1. Hafta
Yola çıkmak için son hazırlıklarımı yapıyorum
Birazdan yola çıkacağım. Sahip olduğum bütün herşeyi arkamda bırakarak düşeceğim yollara. Yapmacık olmayacak hiçbirşey. Çırıl çıplak, tamamen kendim olup karışacağım doğaya ve yeni insanlar tanıyıp mutluluğu arayacağım kocaman yüreklerde…
Önce kafasını yumurtadan yeni çıkaran bir timsah yavrusu gibi gökyüzüne bakarak derin bir nefes alıyorum. Ciğerlerimin kapakcıkları titriyor o nefesi hissettiğinde. Heyecandan kalbim küt küt atıyor, ruhum ise özgür olmanın coşkusunu yaşıyor bedenimde. Sanki üç nokta savaşları yaşanıyor beynimin içinde. En gizli öznemde bile üç nokta var… Bazen kurşun gibi ağır bazen de tüy gibi hafif hissediyorum kendimi… Kadıköy’de bugün çok farklı bir hava var ve ben geçmişim kendimden. Hem de öyle bir geçmişim ki, son defa parayla su almaya gittiğim bakkalın önünde unutuyorum bisikletimi. Hay Allah! neler oluyor bugün bana böyle? Hayallerin gerçekleşmesi midir metabolizmayı bozan yoksa artık burnumda kendi cesedimden gelen ölüm kokusunun dağılıp yerini daha farklı bir kokuya bırakacak olması mı?
Son kontrollerimi yapıyorum. Yola çıkmak için artık hazırım ve tanıdığım tanımadığım herkesle vedalaşıp artık basıyorum pedala. Arkamı dönüp baktığımda el sallayanları görüyorum. Kiminin yüzünde hüzün kiminin yüzünde ise tatlı bir tebessüm…
Artık yollardayım
Bir an önce İstanbul trafiğinden kurtulmak için var gücümle asılıyorum pedala. Ümraniye üzerinden ilk durağım Şile’ye gidiyorum. Uzun ve yorucu rampaları aşmak biraz zor oluyor ama inişe geçtiğim zaman bütün yorgunluğumu hemen unutuyorum. Rüzgar kulağıma şarkılar mırıldanırken cırcır böcekleri kendi aralarında serenad yapıyor. Doğanın o müthiş müzikaliyle yüzümde oluşan gülümsemeyi gören biri olsa kesin bu adam delidir der. İster deli desinler ister akıllı ama bildiğim tek şey; o an hissettiklerimin asla parayla satın alınamayacağıdır…
Uploaded with
ImageShack.us
Zorlu ve dik rampalardan birini aştığımda yol kenarında bir gözlemeci görüyorum. Uzaktan el sallayark ‘’gel bir soluklan sonra devam edersin’’ diyor. Elimi yüzümü yıkayıp biraz dinlenmek iyi gelir düşüncesiyle çekiyorum bisikletimi dükkanın önüne. Kimsin, necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun gibi sık sık duyacağım soruların ilkini burada duyuyorum. Ben sakin sakin sorulan sorulara cevap verirken önüme bir tabak gözleme ve bir bardak soğuk ayran geliyor. Ben’de para olmadığını söylememe rağmen bana kızarak senden para isteyen kim bu bizim sana ikramımızdır diyor mekan sahibi. Büyük bir iştahla indiriyorum mideye ikram edilenleri ve mataramda ısınan suyu değişip yola devam ediyorum.
Yolda karpuz partisi
15 km yol gittikten sonra otobanın kenarında karpuz partisi yapan bir aileyle karşılaşıyorum. Önce beni turist sanıp hello diye bağırıyorlar, ben de merhaba diyerek karşılık veriyorum. Gel bir dilim karpuz ye enerji verir diyorlar. Hiçte red edecek halde değilim ve hemen gidiyorum yanlarına. O sıcak havada yediğim bir dilim karpuz ilaç gibi geliyor ve tekrar asılıyorum pedallara...
Şile’ye varmak üzereyim ki yol üzerinde bir kaza olduğunu görüyorum. Bir motosiklet ve bir otomobil kafa kafaya çarpışmış. Jandarma yeni gelmiş güvenliği sağlamaya çalışıyor ama yaralılar yoldan geçen araçlar tarafından hastaneye götürülmüş. Yolda karşılaştığım ilk üzücü görüntü bu oluyor…
İlk durağım Şile’ye varıyorum
Nihayet 72.46 km yol yaptıktan sonra Şile’ye varıyorum. Çadır kurabileceğim bir yer bulmak için oradaki yerlilerden yardım istiyorum. Yaşlı bir amca geceyi rahat geçirebilmem için Kumbaba Plajına gitmemi tembihliyor. Ben de kırmıyorum amcayı ve Kumbaba Plajı’na doğru yaylana yaylana gidiyorum. Artık dinleneceğimi bilen ayaklarım ise, ‘’bırak bu yaylanmayı’’ diyerek son gücüyle pedallara asılarak beni Kumbaba Plajına götürüyor. Orada çadır kurmak için plaj işletmecilerinden izin almak gerekiyormuş. Ben de işletmecilerden Yurdakul abinin yanına gidip önce aç ve susuz olduğumu, cebimde hiç para olmadığını ve geceyi geçirmek için de çadır kurmam gerektiğini söylüyorum. Beni tepeden aşağı süzen Yurdakul abi hiçbirşey sormadan bisikletimi park edeceğim bir yer gösterdikten sonra karnımı doyurmak için cafesine davet ediyor. Cafe çalışanları için pişirdikleri kuru fasulye ve pilavdan birer tabak verip karnımı doyuran Yurdakul Abi, çadır kurmama gerek kalmadığını, geceyi onların yattığı barakada geçirebileceğimi söylüyor. Bu teklif bana çok cazip geliyor ve bisikletimi bağlayarak geceyi geçireceğim barakaya gidiyorum. İki katlı ranzalardan oluşan dört kişilk barakada geceyi geçiriyorum. Sabah erken kalkıp Yurdakul abi ve çalışanlarla birlikte kahvaltı yaptıktan sonra denize girip yüzüyorum ve ardından ikinci durağım olan Ağva’ya doğru yol alıyorum…
‘’yahu sen parasız gezen gazeteci değil misin?’’
Şile’den çıkıp Ağva’ya gitmek için ağır ağır basıyorum pedallara. Ne zamanla yarışıyorum ne de kendimle. Gideceğim her kenti ve göreceğim her insanı tanımak, fotoğraflar ve videolar çekmek istiyorum o kadar… Şile’yi 5 km geçtikten sonra yolun sağ tarafında kalelerle çevrilmiş bir köy görüyorum. Merak edip bisikletimin yönünü oraya doğru kırıyorum. Kalenin kapısının önüne gelince oranın bir tatil köyü olduğunu anlıyorum. Kapının önünde bekleyen güvenlik görevlilerine kimliğimi verdikten sonra içeri giriyorum ve receptiona yöneliyorum. Beni güler yüzlü üç personel kapıda karşılıyor. Biraz sohbet ettikten sonra köyü tanıtmak istiyorlar ve akülü arabalarına bindirerek gezdiriyorlar beni. Etrafı kalelerle çevrili olan bu tatil köyü gerçekten yapay bir cennet gibi. Aklıma Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi geliyor. İmreniyorum ve keşke biraz daha burada kalsam diyorum ama yolcu yolunda gerek… Havuz başında soğuk kahvelerimizi içerken yiyecek ve içecek müdürü yanımıza gelerek ‘’yahu sen parasız gezen gazeteci değil misin?’’ diye sorunca hep beraber kahkahalarla gülüyoruz. Sonra fotoğraflar çekilip oradan ayrılıyorum.
Uploaded with
ImageShack.us
Tadını bile anlayamadığım uçan bir böcek jet hızıyla mideme oturuyor
Aslında takip ettiğim yolu kullanarak Ağva’ya gitmem gerekiyor ama ben o tatil köyünden dönüp Şile çıkışından Teke yoluna girerek köy köy gezip Ağva’ya varmak istiyorum. Nitekim düşündüklerimi yapmamı engelleyecek kimse olmadığı için gönül rahatlığıyla istediğim yere gidiyorum. Girdiğim yolda iş makinalarının çalıştığını görünce yollar bozuk şimdi ayvayı yedim diye bir an düşünüyorum ama neyseki iki km sonra çalışma bitiyormuş. Karşıma çıkan ilk köyde hiç durmuyorum ve var gücümle pedal çevirip bir an önce kurtulmak istiyorum. Çünkü arkamda beni kovalayan iki tane ayı gibi köpek var. Onlar havlıyor ben kaçıyorum, ben böğürüyorum onlar daha çok havlıyor. Hayvan oğlu hayvanlar! nefesim kesilene kadar kovalıyorlar beni. Dilim dışarda ağzım açık pedal çevirirken tadını bile anlayamadığım uçan bir böcek jet hızıyla mideme oturuyor. Keşke nasıl bir tadı olduğunu anlayabilseydim diye dövünüyorum azcık…
Zorlu rampalar ve Mehmet Amca’nın bir demlik çayı
Neyse köyün çıkışında köpekler peşimi bırakıyor ve ben gördüğüm ilk çeşmede kana kana su içip biraz kendime geliyorum. Önüme uzun bir rampa çıkıyor, bisiklet üzerinde o rampayı çıkamayacağım için bu defa ben bisikleti taşıyorum. Yaklaşık 5 km lik bir rampa ve ben yine kan ter içinde kalıyorum. Şile Ağva yolu üzeri Teke girişinde zirveye ulaştığımda Mehmet Amcayla karşılaşıyorum. Mehmet amca yol kenarına kurduğu tezgahında kuşburnu, böğürtlen, muşmula, uvaz, koca yemiş, dağ çileği, mantar, domates, salatalık vs. doğal ürünleri satıyor. Beni öyle yorgun bitkin görünce yeni demlediği ve yoldan geçenlere hiçbir ücret talep etmeden ikram ettiği çaydan bir bardak dolduruyor. Bir yandan çayımızı yudumluyor bir yandan da sohbet ediyoruz. O derdini anlatıyor ben dinliyorum, ben anlatıyorum o dinliyor. Bir de bakıyorum ki Mehmet Amca’nın demlediği bir demlik çayın hepsini ben içmişim. Allah’tan Mehmet amca iyi niyetli ve sabırlı bir insan Delta Bisiklet’ten Ulaş Baydar olsaydı beni jant teliyle kovalardı!
Mehmet Amca’nın yanından ayrılıyorum ve artık aşağı doğru inişe geçiyorum. Bu rampaların en sevdiğim yanı inişidir kısa sürüyor ama bütün yorgunluğumu unutturuyor. Çok da fazla hız yapmadan aşağı inerken Yazımanayır köyünden geçiyorum. Gözüm aniden yolun sağ tarafında yeni yapılan bir inşaatın penceresine ilişiyor, hemen bisikleti durdurarak elime makinamı alıp o inşaata doğru yöneliyorum. İçerde üç tane çocuk ilk defa gördüğüm ilginç bir kum eleğiyle kum eliyorlar. Bir süre onları izledikten sonra fotoğraflarını çekip yoluma devam ediyorum.
Kimse beni çalıştırmıyor
Ağva’ya vardığımda hava tamamen kararıyor. Önce merkeze gidip karnımı doyurmak için çarşıda bir tur atıyorum. Sahilde Mercan Kokoreç adlı büfenin önünden geçerken kedinin ciğere baktığı gibi közde pişen kokoreçe bakıyorum. Bisikletimi uygun bir yere park ettikten sonra ocakta duran ustanın yanına yaklaşarak bu gece sizinle birlikte çalışmak istiyorum diyorum. Hayırdır neden diye sorunca karnım aç, param yok ve canım kokoreç çekti diye yanıtlıyorum. ‘’Hele sen otur bakalım şöyle gardaşım. Manyak mısın nesin karnın açsa ve paran yoksa biz seni çalıştırarak mı vereceğiz yemeğini, kim olursan ol sonuçta yolcusun ve şimdi benim misafirimsin’’ diyerek yarımdan büyük bir kokoreç yapıp yanında da ayranla servis ediyor masama. Şunu anlıyorum ki yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımın karşılanması için size çalışırım demem çok fazla dramatik oluyor. Bu yüzden vazgeçiyorum artık ve kimseye size çalışırım demiyorum. Çünkü ülkemin hiçbir insanı vereceği bir öğün yemek ve su için yoldan gelen birini çalıştırmaz…
Uploaded with
ImageShack.us
Kokoreç yedikten sonra çadır kuracağım bir kamp yeri arıyorum. Jandarmaya giderek nerede çadır kurabileceğimi soruyorum, onlarda bana Seferioğlu Camping’i tarif ediyor ve ben oraya doğru yol alıyorum. Kısa bir süre sonra Seferioğlu kamp merkezindeyim. Benim gelişimi gören kamp yetkilisi Eren Karataş el sallayarak ona doğru gitmemi işaret ediyor. Yanına gidip çadır kurmak istediğimi fakat param olmadığını söylüyorum. O da diğerleri gibi hiç sorun değil diyerek çadır kurabileceğim bir yer gösteriyor. Ben kafa lambamı takarak çadırımı kurmaya çalışırken çevrede kamp yapan ailelerden bazıları gelip yardım ediyor. İçlerinde bir tanesi var ki şeker gibi bir abi. Zübeyir abi, sanki kendi çadırını kuruyormuş gibi bana yardım ederken bir yandanda ailesine seslenerek sıcak çay getirmelerini istiyor. Çadırımı kuruyoruz ve kamp ateşi yaktıkları yere gidip bütün aileyle tanışıp orada çay içmeye devam ediyoruz…
TRT’de canlı yayındayım
Sabah uyanıp çadırımdan kafamı dışarı çıkardığımda gördüğüm manzara karşısında hem şok hem de çok mutlu oluyorum. Zübeyir abi ve ailesi sabah erkenden uyanmış, topladıkları çiçeklerin bir destesini benim çadırın kapısının önüne koymuşlar. Güne çiçek koklayarak başlıyorum. Sonra Zübeyiz abi ve ailesiyle birlikte kahvaltı yapıyoruz. Saat 10:30’u gösterdiğinde TRT’den arıyorlar ve beş dakika sonra canlı yayın konuğu olarak yayına bağlanıyorum. Projemle ilgili herşeyi anlattıktan sonra Kamp alanındaki bütün ailelerle birlikte ‘’Mutluluk paylaştıkça gerçektir’’ diye bir slogan atıp canlı yayını bitiriyoruz…
Sabah kahvaltısında çekirdek ve bira
Ağva’dan artık ayrılma zamanı geliyor. Yine arkamdan el sallayark yolcu edenlerim var olduğu için kendimi şanslı hissediyorum. Ağva’dan çıkarken Kandıra yolu üzerinde bir roman mahallesi görüyorum. Kimisi dışarda köpeğiyle oyun oynuyor, kimisi çocuğunu terlikle kovalıyor kimisi de topladığı hurdaları küfesinde taşıyor. Ama benim en çok dikkatimi çeken şey; tek katlı gecekondu bir evin önünde sabah kahvaltısında çekirdek çitleyip bira için aile oluyor. Hemen yanlarına gidip selam vererek afiyet olsun diyorum. Ama kafaları o kadar güzel ki beni duymuyorlar bile. Ben de ortamlarını bozmadan rahat rahat fotoğraflar çekmeye başlıyorum. Arada dönüp poz bile veriyorlar. Onlar biralarını yudumlamaya devam ederken ben de Kandıra’ya doğru yol almaya devam ediyorum…
Civcivci Davut Amca
Yollar yine inişli çıkışlı olduğu için beni yoruyor. Suyum da bitmek üzere ve karşıma çıkan ilk eve uğrayıp ihtiyaçlarımı karşılamayı düşünüyorum. Çok geçmeden Ağva’ya bağlı Çelebi köyünde bahçeli güzel bir ev görüyorum. Balkonunda askılı beyaz atletiyle oturan Diyarbakırlı Davut amca ona doğru gittiğimi görünce yerinden kalkarak beni karşılıyor. Benim susadığımı gelişimden anlayan Davut amca, ben daha sesimi çıkarmadan oğluna su getirmesi için sesleniyor. Birlikte balkonda oturup oğlunun getirdiği suyu içip meyveleri yiyoruz. Davut amca İstanbul’da berberlik yapıyormuş. Kafayı dinlemek için herşeyini satıp bu köye yerleşerek çiftçilik yapmaya başlamış. Önce bir kuluçka makinası almış ve civciv üretmeye başlamış. Bu makinada ısınan yumurtalar 21 günde kırılıp civciv oluyormuş. Davut amca bunları anlatırken civcivleri ve kuluçka makinasını da bana göstermeyi ihmal etmiyor. Tabii kümesin kapısını açınca içerde sıkılan civcivler dışarı kaçıyor Davut amca ise kovalıyor. En iyisi Davut amcanın başını fazla derde sokmadan gideyim deyip vedalaşarak oradan da ayrılıyorum.
Uploaded with
ImageShack.us
Akçaova’lılar Muş’tan 150’ye yakın gelin getirmişler
Kavurucu güneşin altında pedal çevirip Akçaova beldesine varıyorum. Beldenin merkezindeki kahvehanelerde oturan herkes bisikletle gelen yabancıya odaklanmış meraklı gözlerle bakıyorlar. Meraklarını gidermek için ‘’gel gel otur bir çay iç’’ diyorlar. Red edermiyim hiç, ‘’yeterki çay ısmarlasınlar’’ diyerek oturuyorum masalarına. Yine Kimsin, necisin, nereden geliyor, nereye gidiyorsun gibi sorulara cevap veriyorum. İçlerinden biri nereli olduğumu soruyor ben de Muş’luyum diyorum. İşte o anda anlattıklarıyla şaşkına dönüyorum. Akçaova’da 150’ye yakın Muş’lu gelin varmış. Akçaova’lılar kaşar ve peynircilik yaptıkları için özellikle doğu illerine gidip mandıralarda çalışıyorlarmış. Bunların çoğu hayvancılığın yoğun olarak yapıldığı Muş’u tercih ediyormuş. Muş’a giden genç ve bekar Akçaova’lılar gönül koydukları kızlarla evlenip memleketlerine dönüyorlarmış… Benim de Muş’lu olduğumu öğrenince çayları tazeleyip anılarını anlatmaya başlıyorlar. Sohbet çok güzel ama hava kararmadan Kandıra’ya varmam gerektiği için çayımdan son bir yudum alıp yoluma devam ediyorum.
Yolda iki alman bisikletliyle karşılaşıyorum
Akçaova’dan Kandıraya geçeceğim son rampayı da nefes nefese çıktıktan sonra bir ağaç gölgesinde biraz dinlenip inişe geçiyorum. Zaten pedal çevirmeye gerek kalmadığı için tadını çıkara çıkara, ellerim frenlerde yavaşça iniyorum o dik yokuşları. Kandıra’ya 10 km kala yolun solunda bir mermer kesme atölyesinden gelen makine gürültülerini duyunca oraya da uğruyıp fotoğraflar çekiyorum. İnişi henüz yeni bitiriyorum ki karşıdan gelen iki bisikletliyle karşılaşıyorum. Yolculuğum boyunca karşılaştığım ilk bisikletliler bunlar oluyor. İkisi de Almanya’dan uçakla Suriye’ye gidip bisikletlerine binerek ülkelerine dönüyorlar. Ayaküstü biraz muhabbet ediyoruz. Ben onlara kuru üzüm ve çerez ikram ediyorum onlar da bana bisküvi ikram ediyorlar. Karanlığa kalmayalım diye el sıkışıp ayrılıyoruz…
Uploaded with
ImageShack.us
Hello diye selam verenlere Selamün Aleyküm diyorum
Kandıraya vardığımda akşam ezanı yeni okunuyor. İlçe merkezinde çadır kuracağım yer ararken bir parka uğruyorum. Acaba burada çadır kurmama izin verirler mi diye düşünürken hello hello diye el sallayan bir grup gencin yanına giderek Selamün Aleyküm diyorum. Önce birbirlerine bakıp basıyorlar kahkayı, sonra ‘’ya abi biz seni turist sandık’’ diyorlar. Ne yazık ki ben onlar kadar şaşırmıyorum çünkü bana merhaba diyerek selam veren kimse olmadı. Bu parkta çadır kursam kimse bir şey der mi diye soruyorum onlarda; ‘’bak ilerde belediye başkanı oturuyor git ona sor’’ diyorlar. Gençlerin yanından ayrılıp belediye başkanının yanına gidiyorum. Selam verip kendimi tanıttıktan sonra parkta çadır kurmak için izin istiyorum. O da çay bahçesinin sahibini çağırarak bana yardımcı olmasını istiyor ve orada çadırımı kuruyorum.
Ertesi sabah Kandıra’da haftada bir kurulan, genellikle köy kadınlarının geldiği köy pazarına gidip fotoğraflar çekiyorum. Ardından belediyeye uğrayarak Belediye Başkanı Cengiz Kan’a teşekkür edip Kerpe’ye doğru yol alıyorum.
Korumalar eşliğinde roman düğünündeyim
Kandıra çıkışında, yolun sol tarafınaki küçük bir roman mahallesinden gelen müzik sesi dikkatimi çekiyor. Biraz daha yaklaşınca toplanan kalabalığı görüp roman düğünü olduğunu anlıyorum. Gitsem mi gitmesem mi diye düşünmeden oraya doğru yöneliyorum. Beni gören bir çocuk ordusu hemen bisikletimin arkasından koşmaya başlıyor. Bir taraftan onları bisikletten uzaklaştırmaya çalışırken bir taraftan da düğün sahibi kim diye etrafa göz gezdiriyorum. 40 yaş üzeri bir adamın yanına gidip düğünlerinde fotoğraf çekmek için izin istiyorum. Sağolsun yanıma üç tane koruma verip fotoğraf çekmeme izin veriyor. Ben de korumalarıma bisikletimi teslim edip düğün alayına girerek üst üste fotoğraf makinamın denklanşörüne basıyorum. Genci yaşlısı herkes müthiş bir enerjiyle oyunlar oynayıp düğünün tadını çıkarırken bir köşede ağlayan bir kadın görüyorum. Bu mutlu günde ağlayacak bir kişi varsa o da gelinin annesidir diye düşünüyorum ve yanına giderek düşündüklerimde haklı olduğumu anlıyorum… Geline yaşını sormuyorum ama en fazla 19 gösteriyor, damat ise ortalıkta görünmüyor. Damatsız düğün olur mu gelsin o da oynasın diyorum bana bir çocuk göstererek işte damat bu diyorlar. Başta şaka yaptıklarını sanıyorum ama yüzlerindeki ciddiyeti görünce gerçekten damat olduğuna inanıyorum. Herkes şen şakrak kendini roman müziklerinin ritmine bırakmış düğünün tadını çıkarıyor. Ayrıca hayatımda hiç bu kadar güzel gözlü çocuğu bir arada görmemiştim. Bilmiyorum hiç dikkat ettiniz mi roman çocuklarının göz rengi gerçekten çok güzel ve etkileyici… Neyse fotoğraf makinamın pilleri bitince oradan da ayrılmak zorunda kalıp Kerpe’ye doğru yola devam ediyorum.
Gözlemeci Pembe Abla ve Tavukçu Sevim Abla
Kerpe yolu üzerindeki Babaköy Pazar Yeri’nden geçerken bir gözlemeci tezgahının önünde çay içen iki kadın el sallayarak beni davet ediyorlar. Önümdeki rampayı çıkmak için biraz dinlenmem gerektiği için davet edildiğim tezgahın önünde duruyorum. Gözlemeci Pembe abla ve Tavukçu sevim abla önce bana çay ikram ediyorlar ardından yolda yemem için gözleme ve tavuk pişirip çantama koyuyorlar. Onların bu davranışları beni o kadar mutlu ediyor ki önümdeki rampayı nasıl çıktığımı hatırlamıyorum bile…
Beni tanıyanlarla fotoğraf çekiliyoruz
Kerpe Kefken yol ayrımına geldiğimde üzücü bir kazayla daha karşılaşıyorum. Allah’tan ciddi bir yaralanma yok sadece çekicinin gelmesi bekleniyor. Kaza yapanlara geçmiş olsun deyip Kerpe’ye giriyorum. Hava sıcak olduğu için merkezde çok az insan var herkes plaja akın etmiş. Ben de plaja gidip o kalabalığa karışıyorum. O kalabalıkta beni tanıyanlar çıkınca da beraber fotoğraflar çekiliyoruz. Sonra yüksek kayalıklardan denize atlayan gençleri fotoğraflayıp Kerpe’den çıkıyorum.
Uploaded with
ImageShack.us
Kefken girişinde çadır kurmak için Doğa Camping’e uğruyorum. İşletme sahibi Erkan abiye meramımı anlatıyorum. O da önce karnımı doyuruyor ardından kendi çadırlarından birinde yatırıyor. Sabah kahvaltısını da Erkan abi ve ailesiyle birlikte yapıp Karasu’ya geçiyorum.
Vücudumun kirden kapanan gözenekleri hava alıyor
İki yıl önce televizyon programı için Karasu Fındık Festivaline gidip röportajlar ve çekimler yapmıştım. Karasu Belediyesi’nden Nurol Bey’i arayarak Karasu’ya gelmek üzere olduğumu ve bir gece konaklayacağımı söylüyorum. O da Öz Su Tatil Köyü’nden bir oda ayarlayarak beni bekleyeceğini söylüyor. Rahat bir duş alıp rahat yataklarda yatacağımı hayal edince hınzırca gülümseyerek daha hızlı asılıyorum pedallara. Karasu’ya vardığımda Norol Bey beni karşılayıp konaklayacağım yere götürüyor. Önce akşam yemeği yiyoruz ardından Nurol bey duş alıp dinlenmem için beni yalnız bırakıyor. O gece bir saat boyunca duştan çıkmıyorum. Vücudumun kirden kapanan gözenekleri hava alıyor ve yumuşak yatakta derin bir uykuya dalıyorum…
Bozulan telefonum ve tamirci Osman Abi
Sabah uyandığımda tatil köyünün müdürü Ertürk Bey’le kahvaltı yapıyoruz. Ertürk Bey bugüne kadar rastladığım en komik adamlardan biri. O kadar komik şeyler anlatıyor ki gülmekten karnıma ağrılar giriyor. Kirli kıyafetlerimi çamaşırhaneye gönderip yıkattırıyor bu arada ben de havuza girerek serinliyorum. Eşyalarımı toplayıp gitmek için hazırlandığımda telefonumun bozulduğunu farkediyorum. Ertürk Bey beni çarşıda bir telefoncuya yönlendiriyor ama gittiğim telefoncu beni üç saat bekletmesine rağmen telefonumu tamir edemiyor. Sağdan soldan nerede tamir edebileceğimi sorduğumda herkes bu telefonu ancak Osman abi tamir eder diyor. Ben de Osman abinin yerini öğrenip dükkanına gidiyorum. Telefonumun sorununu kısaca anlattıktan sonra Osman Abi 15 dakikada tamir edip eskisinden de daha iyi çalışır bir vaziyette telefonumu geri veriyor. Her türlü telefonu sorunu ne olursa olsun tamir edebileceğini söyleyen Osman abi, kullanıcılara önemli bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyor. Diyor ki; ‘’Telefonunuz suya düştüğünde bataryasını çıkarıp hiçbirşeyine dokunmadan hemen tamirciye götürün’’ Bence Osman abinin bu uyarısına kulak asmalı, ıslanan telefonumuzu kurcalamadan en yakın tamirciye götürmeliyiz…
Beni yolumdan eden efsane
Uploaded with
ImageShack.us
Telefonumu aldıktan sonra Akçakoca’ya geçmek için bisikletime biniyorum. O anda yanıma iki kişi gelerek nereye gittiğimi soruyor ben de Akçakoca’ya gideceğimi söylüyorum. İçlerinden biri Karasu’dan çıkarken yolun sağ tarafında bulunan Küçükboğaz köyüne gitmememi tembihliyor. Neden diye sorduğumda verdiği cevapla daha çok şaşırıyorum. Eğer o köye gidersen ne bir lokma ekmek ne de bir bardak su verirler, sana çok kötü davranacakları gibi seni köyden kovarlar diyerek anlatmaya devam ediyor: ‘’Maden Deresi ve Küçükboğaz gölü arasında kurulu olan bu köyü geçmek için eskiden köprü yokmuş. İnsanlar karşıdan karşıya geçmek için sandal kullanıyorlarmış ama bu sandallara binmek için de para ödemek gerekiyormuş. Para ödemeyen kimseyi karşıya geçirmeyen köylüler oradan geçen yolculara büyük sıkıntılar yaşatıyorlarmış. Bir gün Hazreti Hızır’ın yolu o köye düşmüş ve benim param yok beni karşıya geçirir misiniz demiş. Köylüler bunu kabul etmeyince Hazreti Hızır da bu duruma çok kızarak ceketini suya atıp üzerine binerek karşıya geçmiş ve lanet olsun bu köye demiş. Aradan biraz zaman geçtikten sonra köye bir hastalık çökmüş ve o köyde yaşayan herkes ölmüş. ‘’ Adamın anlattığı bu efsane beni yolumdan ediyor. Çünkü tam benlik bir durum ve ben de Akçakoca’ya gitmekten vazgeçerek Küçük Boğaz köyüne gitmeye karar veriyorum.
Küçük Boğaz köyüne girdiğimde köy kahvehanesinde oturan genci yaşlısı herkes beni ilgiyle karşılıyor. Yolcu olduğumu, cebimde hiç paramın olmadığını, hem acıktığımı hem de bir gece kalabileceğim bir yer aradığımı söylüyorum. Bana yolda anlatıldığının aksine herkes gel bu gece benim misafirim ol diyerek karşılık veriyor. Öyle sıcak ve samimi bir ortam var ki, değil bir gece on gece bile onlarla kalabilirim. Oturduğumuz masa gittikçe kalabalıklaşıyor. Hepsi de zeki insanlar ve çok kaliteli espriler yaparak etrafa neşe saçıyorlar. Ben de gazeteci olduğumu, yolda karşılaştığım kişileri ve bana anlattıkları efsaneyi onlara anlatarak işin aslını öğrenmek istiyorum. Gerçek hikayeyi köylüler anlatınca yolda karşılaştığım o iki kişiye daha çok kızıyorum. Küçükboğaz Küçük Karasu köyüne bağlı bir mahalleymiş ve Karasu’nun ilk yerleşim yeri burasıymış ama köy Maden Deresi ve Küçükboğaz gölü arasında kurulduğu için eskiden her tarafı bataklıkmış. Bataklığın olduğu yerde de sıtma ve kolara hastalıkları yaygın olur. Bu hastalıklardan dolayı binlerce kişi hayatını kaybetmiş, hayatta kalanlar ise köyü boşaltarak şu an ki Karasu’ya yerleşmişler. Karasu’nun en büyük mezarlığı yine bu köydedir. Köylüler bunları bana anlatınca duygulanıyorum.
Uploaded with
ImageShack.us
İlk defa bir köyden kovuluyorum ve ağlamak üzereyim
Köy muhtarı nı da çağırın hem fotoğraf çekiliriz hem de muhtarın da anlatacakları vardır diyorum. Köy azası telefonla arayıp muhtarı çağırıyor. Muhtar geliyor ama ayrı bir masaya geçip oturuyor. Neden öyle davrandığına kimse bir anlam veremiyor. Hemen yanına gidip kendimi tanıtıyorum. Yüzüme bile bakmayan muhtar; ‘’derhal köyümü terk et, bu köyde gazeteci istemiyorum’’ diyor. Muhtarın bu tepkisiyle neye uğradığımı şaşırıyorum. Hayırdır ne oldu, bilmeden bir hata mı yaptım diye soruyorum o da bu köyle ilgili kötü şeyler yazarsın diyor. Neden kötü şeyler yazayım ki, hem herkes bana çok iyi davrandı diyorum ama muhtar beni dinlemek bile istemiyor ve ardına bile bakmadan defol git köyümden diyor. Çaresiz bir şekilde başımı önüme eğerek köylülerin yanına gidip muhtarın beni kovduğunu söylüyorum. O an ortam buz kesiliyor ve ben ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Bisikletime binip köyden çıkınca arkamdan üç tane arabanın geldiğini farkediyorum. Yanıma yanaşan ilk araçta Mustafa abiyi görüyorum. Bana; ‘’Hasan beni takip et’’ diyerek önüme geçiyor. Onlar önde ben arkada Küçükboğaz köprüsünün kenarında duruyoruz. Herkes arabalardan inip yanıma gelerek benden özür diliyor ve onların da en az benim kadar üzgün olduklarını gözlerinden okuyabiliyorum. Mustafa abi; ‘’Sen bizim misafirimizsin kesinlikle seni bırakmayız’’ diyor, diğerleri de onu destekliyor. Muhtarın beni kovması hepimizde soğuk duş etkisi yaratmıştı. Muhtar beni on defa kovsa bile o köyle ilgili orada tanıdığım insanlarla ilgili kafamdaki güzel şeyleri asla silemez ve sırf muhtar beni kovdu diye o köyü asla kötüleyemem. Çünkü kötüleyecek bir şey bulamıyorum…
Biraz sonra başka bir araç daha yanaşıyor, gelen köylüler şehir merkezinden benim için pizza getirmişler. İştahsız olmama rağmen ısrarla pizzayı yediriyorlar ve ardından geceyi geçirmem için Mustafa abi beni evine götürüyor. Sabah erkenden uyanıp Mustafa abiyle kahvaltı yaptıktan sonra Akçakoca’ya doğru yola çıkıyorum.
Pompa kayıp, teker patlak
Öğleden sonra Akçakoca’ya varınca denize sıfır muhteşem bir manzarası olan Tezel Camping’de çadır kuruyorum. Orada haftasonunu geçirmek için Ankaradan gelen Barbaros ve Sedat’la tanışıyorum. Ben haftalık yol hikayelerimi yazarken onlar da mangalda sucuk pişirip soğuk kolayla bana ikramda bulunuyorlar. Ertesi sabah çadırımı topladığımda bisikletin ön tekerinin patladığını görüyorum. Malzeme çantamdan yama çıkarıp patlayan tekeri onarıyorum ama yolda gelirken pompayı kaybettiğim için tekere hava basamıyorum. İmdadıma Sedat yetişiyor ve tekeri alarak kendi arabasıla çarşıya gidip hava basıyor. Ben de Delta Bisiklet’ten Ulaş Baydar’ı arayıp yeni bir pompa, ayna, pedal, pil ve çorap istiyorum. Siparişlerimi aynı gün bir sonraki durağım olan Ereğli’ye gönderiyor. O gün bisikletime hiç binmiyorum. Benim Akçakoca’da olduğumu öğrenen Düzce İl Kültür ve Turizm müdürü Özcan Budak ve Belediyenin basın ve halkla ilişkiler müdürü Mine hanım beni ziyarete geliyorlar. Akşam yemeğini onlarla birlikte bir balık restaurantta yiyoruz. Yemek esnasında gözüme güzel bir gün batımı kompozisyonu ilişiyor ve hemen makinamı alıp birkaç fotoğraf çekiyorum. Özcan bey Akçakoca’nın Türkiye turizmi için büyük bir potansiyele sahip olduğundan bahsediyor ve İşadamlarını yatırım yapmaya davet ediyor…
Tezel Camping’de bir gece daha kalıyorum ve yolculuğumun ilk haftasını tamamlıyorum. İlk haftamda toplamda 421 km yol yapmışım. İstanbul’da 80 kilo iken Akçakoca da tartılınca 76 kilo olduğumu görüyorum…
Alıntı;
Hasan Söylemez'in Yol Hikayelerini okumanızı tavsiye ederim
http://www.hasansoylemez.com/
RE: Yol Hikayeleri.... -
Barış - 02-24-2011
ellerine sağlık emrullah yine dökürmüşsün bide ben o kopyala yapıştırı icad edenin :kızgın::boks:
RE: Yol Hikayeleri.... -
emomen - 02-24-2011
(02-24-2011, 10:25 AM)baris Adlı Kullanıcıdan Alıntı: ellerine sağlık emrullah yine dökürmüşsün bide ben o kopyala yapıştırı icad edenin :kızgın::boks:
Tamamını okudunmu abi :P mesele kopyala yapıştır değil okumak :çiçek:
RE: Yol Hikayeleri.... -
Barış - 02-24-2011
resimli anlatım olurmu okurken çok çabuk uykum geliyorda :]
RE: Yol Hikayeleri.... -
VeYSeL - 02-24-2011
Barış bey sizden de görsek benzer kopyala yapıştır faaliyetlerini ne güzel olur..
ha ben kendim yazacağım diyorsan onları da seve seve okuruz :]
RE: Yol Hikayeleri.... -
Barış - 02-24-2011
he ne benmi :bilmem::kalp:
RE: Yol Hikayeleri.... -
VeYSeL - 02-24-2011
yoook canım... niye üzerine alınıyorsun ki :]
RE: Yol Hikayeleri.... -
emomen - 02-24-2011
ben 2. hafta ya geçtim :] yavaş yavaş okuyorum...
RE: Yol Hikayeleri.... -
Barış - 02-24-2011
(02-24-2011, 03:09 PM)emomen Adlı Kullanıcıdan Alıntı: ben 2. hafta ya geçtim :] yavaş yavaş okuyorum...
emrullah sen oku ama paylaşma haftaya toplantıda anlat olurmy:]:]
RE: Yol Hikayeleri.... -
doctor - 02-24-2011
emeğine sağlık emrullah.
Güzelbir paylaşım olmuş.
:+1:
Yarısına kadar okudum gözlerim ağrıdı :]:]:]